Sabih Tansal Sözlü Tarih Görüşmesi

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ - SÖZLÜ TARİH GÖRÜŞMELERİ

 

Görüşülen Kişi: Sabih Tansal

 

Görüşen Kişi: Aytaç Demirci

 

Görüşme Yeri: Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampusu, İstanbul

 

Görüşme Tarihi: 21 Ekim 2011

 

Kısaltmalar: Sabih Tansal (S.T.) / Aytaç Demirci (A.D.)

 

* * *

 

S.T.: Boğaziçi Üniversitesi kendini 40 yıllık değil, 1863’te kurulmuş bir eğitim kurumu olarak tanımlar. Çünkü üniversitemiz sıfırdan kurulmadı. 1971 senesinde yeni bir üniversite kuralım diye insanlar ortaya çıkmadı. Ortada kurulmuş, başarılı bir şekilde o senelere kadar gelmiş, ama bazı mali  ve hukuki zorluklarla karşılaşmış Robert Kolej Yüksek Okulu vardı. O dönemde kanunlar değişti, yüksek öğretim kurumlarının sadece devlet eliyle kurulabileceği kanunda yer aldı. Bu  şartlar altında  da Robert Kolej’e  yeni bir statü bulmak gerekiyordu ve zamanın Milli Eğitim bakanı rahmetli Şinasi Orel bu konu ile ilgili bir kanun hazırlanmasında (1487 sayılı kanun)  bize çok büyük  destek oldu. Bu özel kanunla Robert Kolej Yüksek Okulu’nun 1971 yılında -ben onun 1958 mezunuyum-  Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştürülmes,i yani Boğaziçi Üniversitesi’nin kurulması kararı alındı. Dolayısıyla Boğaziçi Üniversitesi için 40 yıl, kurum olarak da 1863’ten bu yana 148 seneyi buluyoruz. Buna dikkat etmek lazım, çünkü bazı arkadaşlarımız,  bilhassa benim gibi burada çok uzun seneler yaşamış ve eski geleneklere bağlı olanlar bu konu üzerinde biraz titizlikle duruyorlar. Nitekim  Üniversitenin girişinde  1863 yazar dikkat ettiyseniz.

 

A.D.: Milli Eğitim bakanı da Robertli herhalde.

 

S.T.: Hayır Robert’li değil ama ingilizceyi 2. Dünya Savaşı sıralarında Robert Kolej’de öğrenmiş dolayısıyla okulu yakından tanıyan bir insan. Kardeşi Orhan Orel de burada uzun süre genel sekreterlik yaptı. Bir geçiş söz konusu, dolayısıyla hassas bir konu. Yüksekokul statüsünden üniversite statüsüne başarılı bir geçiş oldu. Çünkü ondan sonra Türkiye’de yüksek öğretimde  bazı  olaylar oldu. Hatırlarsanız boykotlar oldu, dönemler, seneler  kaybedildi bazı üniversitelerde. Boğaziçi Üniversitesi bu tür olaylara en az karışan ve bu tür olaylardan en az etkilenen üniversite olarak ortaya çıktı. Bunun bir nedeni de küçük olmamızdı. Yanılmıyorsam  ilk geçişte 800 cıvarında öğrencimiz vardı. Öğrenci-yönetici ilişkilerinin çok yakın olması, öğrencilerin öğretim kademesiyle gayet rahat  iletişim kurabilmeleri, onlarla dertlerini paylaşabilmeleri, dertlerine çözüm  arayabilmeleri  vs. gibi etkenler çok önemliydi; bu belki biraz Amerikan sisteminden gelmenin verdiği bir özellik. Çünkü o zamanki hocaların çoğu Robert Kolej döneminde hocalık yapmış veya Robert Kolej’de okumuş insanlardı. Bu bakımdan biz çok az etkilendik, etkilenmedikçe de öne çıkmaya başladık. Şimdi isim söylemek istemiyorum, ama bazı okullarda öğrenciler 1 sene kaybettiler. Bazı öğrenciler bazı dersleri okuyamadan mezun oldular. Bizde böyle bir şey olmayınca velilerin dikkati de Boğaziçi Üniversitesi’ne çevrildi, “Burada bir üniversite var, gayet başarılı gidiyor, gürültüsü patırtısı da yok,”diye düşündü insanlar herhalde. Ondan sonra yıldızımız  parladı ve yavaş yavaş bugünlere geldik.

 

A.D.: Siz o dönüşüm sürecinde buradaydınız.

 

S.T.: Evet buradaydım. Ben 1958’de elektrik mühendisliği bölümünden mezun oldum. Amerika’ya gittim. Önce Harvard Üniversitesi’nden master derecemi aldım, daha sonra IBM'in Araştırma Merkezinde çalışmaya başladım, oradaki burs programından istifade ederek New York Üniversitesi’nde doktoramı yaptım. IBM’deki çalışmam 1969’a kadar sürdü. Askerlik yapmak için Türkiye’ye geldim. Geri dönerim diye gelmiştim, fakat askerlik esnasında o zaman Heybeliada’da bir kitap tercüme ettik. Çok rahat bir yedek subaylığım oldu. O arada da Robert Kolej Yüksek Okulunda da part-time ders  vermeye başladım. Buradaki atmosfer, eski arkadaşlıklar, ve güzel ortamdan dolayı bir daha geriye dönmedim, burada kaldım. 1969’da part-time olarak başladım, zannediyorum 70 senesinde full-time’a geçtim. Ağustos  2004’te de rektörlük görevi sona erince yaş haddinden   emekli oldum, ama hâlâ ilişkimi kesmiş değilim. Burada olmak, çalışmak insanı hem motive ediyor, hem de dinç tutuyor.

 

A.D.: Galiba insanlar burayı bırakamıyor.

 

S.T.: Öyle. Burada eski arkadaşlıklar var. Sizin yetiştirdiğiniz öğrencilerin bölüme gelip hoca olmaları, sizinle meslektaş olmaları güzel bir şey. Bugün Elektrik Bölümü'nde epey öğrencim var. Bu çok güzel.  Gayet güzel bir ilişkimiz var. Okulun hakikaten güzel ve liberal bir atmosferi var. İnsanın buradan kopması zor. Bu yalnız manzara meselesi değil, bizim  laboratuvarımız çok manzaralı bir yerde değil, ama bu laboratuvarda biz elektro mekanik sanayi için çok faydalı işler yapıyoruz, bugüne kadar ülkemizde yapılamayan yüksek akım deneylerini yaparak sanayicilere  yardımcı oluyoruz. Bu uzun vadede Türkiye’ye  döviz kazancı açısından karınca kararınca da olsa bir katkı sağlıyor. Bu deneyleri yapmak için yurtdışında harcanacak deney paraları burada kalıyor. İnsanların gidip gelme zahmeti olmuyor. Buraya gelen aletlerin ağırlığı  tonları  buluyor. Bunların yurtdışına taşınması büyük masraf. Biz bu şekilde faydalı bir iş yaptığımıza da inanıyoruz. Onun keyfiyle de bu işi götürüyoruz.  Döner sermaye kanalıyla yapılan bu deneylerden Üniversitemiz de bir gelir sağlıyor.

 

A.D.: Boğaziçi’nin sanayi ve iş dünyasıyla ilişkileri çok eskiye dayanıyor galiba.

 

S.T.: Evet, eskiye dayanıyor. Üniversite sanayi ilişkilerinin gelişmesi aslında biraz gecikmiştir. Buna neden de üniversite kanunundaki kısıtlamalardı. Hocaların dışarıda çalışmasına konulan kısıtlamalar, getirilen şartlar bunu zorlaştırdı. Son zamanlarda teknopark benzeri olanaklarla bu imkânlar  daha artmış vaziyette ve üniversite sanayi işbirliği daha kolay yürür hale geliyor. Bu çok önemli, çünkü üniversitedeki bilgi birikimi ile sanayideki mali imkânları bir araya getiremezseniz ilerleme sağlamanız çok zor olur. Bugün Amerika’nın başarısındaki en büyük etken üniversite ve sanayinin iç içe olmasıdır. Ben bunu yaşadım. IBM’de çalışırken, New York Üniversitesi’nde doktoramı yaparken doktora tezimdeki araştırmayı IBM laboratuvarlarında yapmam mümkün oldu. Çünkü  o devirde, IBM’deki  tümleşik devre dediğimiz devrelerdeki araştırma  imkânlarıyla Üniversite'deki imkânlar kıyaslanamazdı. Dolayısıyla Üniversite böyle bir işbirliğine olumlu baktı. Şimdi bizde de benzer uygulamalar oluyor.  Fakat ilk başlarda bu işler kolay değildi. Aslında siz şununla da ilgilenirsiniz herhalde; 1971 senesindeki bu geçiş nasıl oldu?

 

A.D.: Evet onu duymak istiyorum.

 

S.T.: Rahmetli Şinasi Orel o zamanlar Milli Eğitim bakanıydı. Buranın üniversite olmasında çok büyük etkisi olan bir kişiydi Şinasi Bey. İlginçti, o zaman Robert Kolej’deki en etkili kişi Profesör Aptullah Kuran’dı. Aptullah Bey gayet demokratik bir şekilde komisyonlar kurdu. Önce insanlar büyük bir heyecanla bu komisyon çalışmalarına katıldılar. Ben son komisyon çalışmasını hatırlarım, 6-7 kişi kalmıştık. Aptullah Bey de vardı. Fakat ilk dönemde “Şöyle olsun, böyle olsun vs.” diye her kafadan bir ses çıkıyordu. Sonra yavaş yavaş ilgi azaldı . Çünkü çok geniş kapsamlıydı. Bütün hocaların iştirak ettiği toplantılar yapılıyordu. Bizi bir başka üniversiteye bağlama düşüncesi alternatiflerin içinde vardı. Bağımsız bir üniversite değil de başka bir üniversitenin bir okulu olsun diye düşünülüyordu. Tabii ona şiddetle karşı çıkıldı. Dolayısıyla en güzel çözüm Şinasi Bey’inde katkılarıyla bulundu. Ama o zamanlar epey ateşli toplantılar olduğunu hatırlarım.

 

A.D.: İsim konusu toplantının konularından biri miydi?

 

S.T.: İsim konusunda çok fazla tartışma olmadı. Bir ara Boğaziçi isminde tereddüt olduğunu hatırlarım, çünkü bir Boğaziçi Lisesi vardı  Arnavutköy’de. Boğaziçi Lisesi kapandı. Burası da o lise gibi kısa ömürlü olur mu diye bazı tereddütler oldu. Fakat isim konusunda çok büyük bir tartışma olduğunu hatırlamıyorum,  ama bu Boğaziçi Lisesi esprisini hatırlıyorum. Yanılmıyorsam o zamanki müdür Dr. Everton Robert isminin bir şekilde kullanılmasını istemiş ama olmadı.

 

A.D.: Dönüşümden sonra okulda hiçbir şey kalmıyor. Epey zor olmuş olmalı.

 

S.T.: O dönüşüm süreci hakikaten iyi organize edildi.  Kolej Mütevelli Heyeti tarafından hükümete devredilen taşınır ve taşınmaz her türlü mal  Boğaziçi Üniversitesi’ne tahsis edildi. Robert Kolej ortaokul ve lise olarak kendine ait her şeyi, tabii ki haklı olarak aldı ve Arnavutköy kampüsüne götürdü. Fakat buradaki laboratuvar cihazları vs. epey bir teçhizat da bize kaldı. Onun görüşmelerini yapan insanlar, başta kurucu Rektörümüz Prof. Dr. Aptullah Kuran olmak üzere geçişi gayet güzel gerçekleştirdiler . Ben “Bunu da götürmüşler” dediğimizi pek hatırlamıyorum. 1971 senesinin eğitim yılının başlangıcında yanlış hatırlamıyorsam Şinasi Orel’in de katıldığı güzel bir tören ve toplantıyla bu durum kutlandı ve biz Boğaziçi Üniversitesi olduk.  Robert Kolej’le ilişkilerimiz gayet medeni ve güzel bir şekilde devam etti. Fakat aramızda artık herhangi bir organik bağ kalmadı.

 

A.D.: Dönüşümden sonraki ilk ders gününüzü hatırlıyor musunuz? Devamlılık var mıydı?

 

S.T.: Çok fazla devamlılık vardı. Onun için diyorum üniversitemiz “sıfırdan kurulmuş, yeni bir üniversite değil.”Büyük bir  değişiklik olmadı. Programlarımız aynen buraya aktarıldı. Herhangi bir   yabancılık çekmedik. Aynı sınıftaydık, öğrencilerde de bir değişiklik yoktu. Aynı arkadaşlar, aynı ortam devam etti. Gayet normal rutin bir şekilde devam ettik. Başka bir kanuna tabiydik. Orada intibaklar vs. vardı ki orada da yöneticiler çok uğraştılar. Onlar da başarılı bir şekilde geçti. Bize ilk başta doğrudan ünvanlar verilmedi. O ünvanlar için belli çalışmalar yapmamız gerekti. Tezler yazıldı, bazı çalışmalar yapıldı. O şekilde bir adaptasyon oldu diyeyim. Çünkü Amerikan sistemi içerisinde “assistant professor, associate professor” ünvanları vardı arkadaşlarımızın. Ama onların artık Türk sisteminde tanınan doçent, profesör unvanlarına geçiş yapması gerekti ki bu da haklıydı. Arkadaşlarımız onları yaptılar ve dolayısıyla sisteme adapte olduk. Fakat bu doğru bir şeydi, madem Türk sistemine geçiyoruz bunları yapacaktık. O ara bizim özel 1478 sayılı kanunumuz vardı. O özel kanunumuzun süresi  5 yıldı, o süre sonunda  biz de 1750’ye geçtik. 1750’ye geçmeden bu tür şeylerin büyük bir kısmının tamamlanmış olması gerekiyordu yanılmıyorsam. O yönde epeyce çalışmalarımız oldu.

 

A.D.: O zamanlar bölümünüzde kimler vardı?

 

S.T.: Ben 1958’de mezun oldum.  (2008) bizim mezuniyetimizin 50. yılıydı. Arkadaşlarla beraber spor sahasındaki törene biz de katıldık. Orada bir mukayese yaptım. 1958’de mezun olduğumuzda mezuniyet kitapçığı diye bir şey yoktu. Üzerinde mezunların isimlerinin olduğu bir A4 sayfa. 70-80 kişi miydik neydik.  50 yıl sonraki mezuniyet kitapçığına baktığımda arada çok büyük bir fark görüyorum. Bugün 1600 cıvarında mezun veriyoruz. Bir tarafta 70-80, bir tarafta 1600 mezun. Nereden nereye geldik. O dönemde mezuniyetler Güney Kampüs’e sığardı. Güney Kampüs’teki toprak futbol sahasına tribünler konur, orada mezuniyet töreni yapardık. Ben döndükten sonra da bir müddet orada törenler devam etti. Ama zamanla, öğrenci sayısı 10 binlere yaklaşınca ve mezun sayısı bini geçince daha değişik sistemler denemek gerekti. Artık ilk büyük mezuniyet spor sahasında yapılıyor. Ondan sonra bölümler ayrı ayrı, diplomalarını değişik yerlerde veriyorlar. Bu konuyla ilgili ilginç anılar vardır. Mesela Prof. Semih Tezcan, 2. rektörümüz, Boğaziçi Üniversitesi’nde bir tıp fakültesi kuralım istiyor. Tabii bizim kuvvetli bir temel bilimler Fakültemiz var ; fizik, kimya, biyoloji gibi konularda dersler zaten mevcut, Dolayısıyla bunun Boğaziçi Üniversitesi’nde gayet başarılı olacağını düşünüyordu. O seneki mezuniyet töreninde de konuşmacı olarak YÖK’ün kurucusu rahmetli  Prof. İhsan Doğramacı’yı davet etmişti. İhsan Bey de toplantıda yaptığı konuşmada “Siz şu şu alanlarda başarılı bir üniversitesiniz. Bunun dışına çıkmayın. Hele bir tıp fakültesi kesinlikle kurmayın. Çünkü bütün paranızı o alır, diğer bölümleriniz hiç gelişemez. Aklınızda olsun. Bu benden size bir nasihat,” deyince Semih Bey dondu kaldı. Onu hiç unutmam. Tabii ondan sonra da bir daha tıp fakültesi projesinin lafı edilmedi. Ama bu ilginç bir mezuniyet töreniydi.

 

A.D.: Bu sadece Semih Bey’in fikri miydi?

 

S.T.: Semih Bey bunu hep istiyordu. Ben de o sırada Ön Lisans Yüksekokulu müdürüydüm. O vesileyle o zamanki yönetimde bulunuyordum. Ama, galiba bütün birimler karşı çıkmıştı.  Hakikaten bizim güçlü olduğumuz yerler, güçlü olduğumuz alanlar  var. O konuları geliştirmek, enerjimizi, imkânlarımızı o konulara harcamak, kalkıp da hiç bilmediğimiz ve tamamen dışarıdan gelecek uzmanlarla, hocalarla götürülecek bir bölüm olması yanlış olur diye düşünmüştük. Üniversite'nin  o zaman üç fakültesi vardı. (Eğitim Fakültesi YÖK’ten sonra kurulmuştu.) Üç fakülte de kendi içlerinde ve mezunları açısından da gayet başarılı fakültelerdi. Bizim tecrübemiz olmayan, bilmediğimiz bir alana girmemiz yanlış olur diye düşündük.

 

A.D.: Siz Elektrik-Elektronik Mühendisliği bölüm başkanlığı da yaptınız.

 

S.T.: Onu da yaptım. Mühendislik Fakültesi dekanlığı da yaptım. Ben bir ara takılıyordum arkadaşlara, diğer fakültelerin dekanlığı dışında ne kadar görev varsa yaptım üniversitede. Dediğim gibi, öğrenciliği de sayarsanız, 1969’dan 2004’e 35 sene de oradan var; 39 senem geçmiş burada. 2004’ten bu yana yedi sene daha ekleyin. 46 senedir buradayım. Benimle beraber burada konuşabileceğiniz, benden biraz daha eski  diyeyim, Vedat Yerlici, Akın Tezel, Güven Alpay hocalar  var. Ama bizim nesil bitiyor artık. Yani Robert Kolej nesli bitiyor burada. Ama burada artık oturmuş bir sistem var. Ben 1958’de mezun olduğumda Fransız kökenli bir Devre hocamız vardı, Henri Moreau; Profesör Nedim Bilgen vardı. Elektrik makineleri konusunda hoca bulamamıştık. Amerikalı bir hoca gelmişti. 1957 seneleri de Türkiye’de kıtlık dönemleri. Küçük bir çocuğu vardı. Çocuğuna süt tozu bulamadı, mama bulamadı. Bir dönem kaldı ve gitti. Gidince de Teknik Üniversite’den Profesör Haldun Gürmen geldi. Haldun Bey tam İstanbul beyefendisi bir insandı. Hiçbir öğrencisine veya hiç kimseye “Sen” diye hitap ettiğini duymadım. Hep “Siz” derdi. Hatta aramızda “Haldun Bey, Paris’teki Sen Nehri’ne de ‘Siz Nehri’ diyor,” diye onun şakasını yapardık. Citroen bir arabası vardı. Yokuş iniyorsunuz, çıkıyorsunuz tabii, başka çareniz yok. Giderken “Haldun Bey gelse de bizi alsa,” derdik. Alırdı götürürdü. Bir de rahmetli  Kemal Halıcı vardı, laboratuvarlardan sorumlu. Üç, dört kişiydi herhalde Elektrik Bölümü. Son sene Profesör Necmi Tanyolaç geldi. Öğrenci sayısı olarak da en küçük bölüm bizdik, 7 kişiydik galiba! Ben 1969’da döndüğümde öyle bir ziyarete geldim. Haldun Bey, bölüm başkanı olmuştu ve artık full-time çalışıyordu. Nedim Bey vardı. Teknik Üniversite’den part-time gelen hocalar vardı. Onlar hep rahmetli oldular. Prof.  Mustafa Santur, Prof. Adnan Ataman. Onlar geliyordu ve bölüm o şekilde biraz daha büyümüştü. Laboratuvarlar biraz daha oluşmuştu. Ta ki Kuzey Kampus yapılana kadar. Gültekin Yıldız vardı, Ferize Gözüm vardı. Ferize Hanım çok muhterem bir insandı. Çok da iyi ve sevilen bir hocaydı. Oğlu Sait Gözüm de bizim mezunumuz . Dolayısıyla bölüm oldukça  genişlemişti hoca  ve imkânlar açısından. Daha sonra Yorgo İstefanopulos, Hüseyin Abut,Bülent Sankur gibi genç hocalarımız  geldi. İyi öğrenci alıyoruz, fakat imkânlarımız, evet genişlemiş ama, yine Güney’de kısıtlı bir laboratuvar sahamız, güzel manzaralı ofislerimiz var. Ben bölüm başkanı oldum. Neden bilemiyorum. Necmi Bey başka bir görev almış olabilir. Biz iyi öğrenci alacaksak, gelişeceksek bize yer lazım. Yer de burada yok. Dolayısıyla Kuzey’e gelmemiz lazım. Bunun için de bizim bir hamle yapmamız lazım. O zaman da Kare Blok yeni tamamlanmış, buraya ilk Kimya Mühendisliği Bölümü geçti. Kuzey Kampüs tam bir mahrumiyet bölgesi o ilk yıllar. Kaloriferler doğru dürüst yanmıyor, pencerelerden soğuk giriyor vs. Onlar buranın kahrını birkaç sene çektiler. Güney de iyi, güzel de manzaralı, ama gelişmemize imkân yok. Ofis sınırlı, laboratuvar sınırlı, 2,5 laboratuvarımız var. O zaman Kuzey’e gelmeye karar verdik ve Kuzey Kampüs’teki şimdiki yerimize taşındık. Laboratuvarlarımız da genişledi. Ondan sonra  başladı Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü gelişmeye ve Türkiye’nin bir numaralı bölümü olmaya. Yani en iyi öğrencilerin, birincilerin geldiği bir bölüm oldu. Biz buraya gelip  laboratuar ve araştırma imkânlarımızı artırdıktan sonra hakikaten daha başarılı bir bölüm olduk. İlk başta biz de çektik o mahrumiyeti, bir  iki sene kadar. Ama ondan sonra da imkanlarımızı artırarak ve iyi öğrenciler alarak, ÖSYM’de en öne çıkan öğrencileri alarak bunu telafi ettik.

 

A.D.: Yine de bugünkü araştırma olanaklarıyla kıyaslanacak gibi değil herhalde.

 

S.T.: Değil tabii. Şimdi gittikçe artıyor. Bölüm çok iyi durumda. Eskiden 200-250 metrekare bir yerdeydik. Şimdi bir kaç bin metrekare yerimiz var.  Her bakımdan büyük bir ilerleme kaydettik.

 

A.D.: O yıllara baktığınızda en başarılı olarak gördüğünüz bölüm hangisi oldu? Ya da çok yokluk, zorluk çekilen?

 

S.T.: Tabii yokluk, zorluk çok çektik. Tam senelerini söyleyemeyeceğim, ama kâğıt tasarrufu yaptığımız dönemler dahi oldu. Bütçemizde büyük kısıntılar yaşadığımız dönemler oldu. 1970’li senelerde, Türkiye’nin en çok döviz sıkıntısı çektiği dönem, bazı teçhizatlarımız vardı, yarısı gelmiş, ufak bir kısmı gelmemiş. Onları getirmek için 500 dolara ihtiyacınız var ve getiremiyorsunuz. Laboratuvarı kuramıyorsunuz. Bu tür sıkıntıları yaşadık. Ben yurtdışından da edinmiş olduğum tecrübelerle böyle bir laboratuvar kurmak istedim. O teçhizatı o zaman tamamlayamadık. Sonra zannediyorum onları Fizik Bölümü’ne verdik. Bütçe imkânları açılınca da onlar o teçhizatı kullandılar. Ama bütçe yetersizliğinden geliştiremediğimiz projeler, kuramadığımız laboratuvarlar oldu, Türkiye’nin büyük döviz sıkıntısı çektiği dönemlerde. Bir devlet üniversitesi olarak daima kısıtlı bir bütçeniz var. Bunun için mezunlardan destek almaya çalışıyorsunuz. Mezunlar Derneğimiz bu konuda gayet başarılı çalışıyor. İyi öğrenci çekebilmek için o öğrencilere imkân sağlamanız lazım. Hem maddi hem de güzel yurt imkânları sağlamanız, bir miktar harçlık verebilmeniz lazım. Bunları mezunların ve vakfın desteğiyle son 15-20 senedir gayet iyi götürmeye başladı üniversite. Mezunlar Derneği’nin üniversitenin içinde olması bir kısım arkadaşlarımız tarafından tenkit edildi. Ama bence gayet iyi bu kadar yakın ilişki içinde olmak. Onlar da ona göre üniversiteye daha yakın olarak, daha fazla katkıda bulunmak için uğraşıyorlar ve başarılı da oluyorlar. Son zamanlarda zannediyorum bütçe imkânları da biraz daha rahat. Ben tam o işin içinde değilim, ama mesela inşaatlardan, bizim de burada olan ihtiyaçlarımızın karşılanmasından vs. görüyorum ki üniversitenin durumu o kadar kötü değil. Kilyos’ta bir teknopark yapmak istedik. Orada başarılı olamadık, son kademe izni alamadık. Yoksa orada hazır binalarımız var. O binaları kullanabiliriz diye düşünmüştüm ben. Her türlü yerden izin çıktı da İstanbul Belediyesi bir şekilde ona izin vermedi. Ama ben izin verilmediğini emekli olduktan sonra öğrendim. Yani benim dönemimde iznin ret yazısı bana gelmedi. Benden sonraki yönetim o konuda ne gibi bir girişimde bulundu bilemiyorum. Daha sonra rektörümüz Prof. Dr. Kadri Özçaldıran  bir teknopark geliştirdi. Mühendislik Fakültesi'nin muhakkak bir teknoparkı olması gerektiğinden yola çıkarak  böyle bir şey yaptı. Şimdi daha büyük imkânları da araştırıyorlar. Çünkü bu bir yer meselesi. Bir de kolay ulaşılabilir bir yer olması lazım. O zaman Kilyos biraz sapa kalıyordu.

 

A.D.: Yer sıkıntısı galiba aşılamayan problemlerden biri.

 

S.T.: Tabii İstanbul’un en güzel ve kısıtlı yerindesiniz. Kuzey Kampüs'te o kadar sıkıntımız yok da esas Güney’de sıkıntımız var. Orada yapmak zorunda olduğumuz bazı işlerde epey sıkıntı çektik. Ama eksik olmasın Boğaziçi İmar da gayet anlayışlı davrandı. Orada bazı binaları tamir ederken biraz da geliştirme imkânı bulduk. Burası, spor sahasının olduğu yerler daha rahat. İmar kısıtları yok. Herkes de Güney’e gitmek istiyor. Öğrenci de, hocalar da Güney’e gitmek istiyor. Ama olan bu kadar, daha fazla yapılacak bir şey yok. Orada yer de yok. Yer olsa da o dokuyu bozmak doğru değil artık. Gayet güzel, yeşillikler içinde o klasik binalarla oturmuş, güzel bir kampus var. Daha genişlemek istiyorsak Kilyos’u kullanıyoruz. Benim dönemimde başladık kullanmaya. Orada yurtlar yaptık. Öğrenciler yurttan çıkıp derse gidiyor, dersten çıkıp yemekhaneye gidiyor. Spor tesisleri vs. epey imkânlar, konferans salonları sağlandı orada öğrencilere. Gene de burası gibi değil tabii. Ama devamlı shuttle servisleri de var. Yani öğrencileri rahat ettirmek için üniversite elinden geleni yapıyor.

 

A.D.: Gene de çok organik bir bütünlük sağlanamamış.

 

S.T.: Bir ara acaba Kuzey ve Güney Kampüs arasında bir tünel yapılabilir mi diye konuşuldu. O olmadı. Hakikaten daha rahat olur öğrenci gidiş gelişi açısından. Ama iki kampus arasında, Güney’le Kuzey arasında sürekli çalışan bir shuttle servisi var. Dolayısıyla orada herhangi bir sorun yok. Buradaki imkânlar da artırıldı. İlk başta buradaki imkânlar o kadar cazip değildi. Ama şimdi buranın da kafeteryasıyla, piramidiyle, oturacak yerleriyle, vakit geçirme imkânlarıyla burası da öğrenciye daha cazip hale geldi. Güney gibi olmasına imkân yok, ama elimizden geldiğince burayı da keyifli yaşanır bir yer haline getirmeye çalıştık ve çalışıyor arkadaşlarımız.

 

A.D.: Güney’in güzelliğinden bahsetmişken daha önceden oradaki binalar sarmaşıkla kaplıymış.

 

S.T.: Hatırlıyorum onu tabii, ama siz söylemeseniz onu hiç düşünmeyeceğim. Güney’in daha dikkat çeken tarafı eski toz toprak haliydi. Üstün Hoca orayı gayet güzel bir bahçe haline getirdi. O bakımdan şu haliyle gayet güzel.

 

A.D.: Öğrencileri okula bağlayan en önemli şey de kulüpler ve öğrenci çalışmaları.

 

S.T.: İlk baştan beri kulüpler vardı. Dolayısıyla öğrencilerin bu tür ders dışı faaliyetlerde bulunabilmeleri, gidip kahvede okey oynamaktansa kulüp faaliyetlerinde vakit geçirmeleri, orada faydalı olmaları çok önemli. Şu anda 40’a yakın kulüp var ve bu da gayet güzel güzel yürüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin özelliklerinden biri bu. Başında da bahsettiğim, yönetimle öğrenci kitlesi arasındaki yakın ilişki çok önemli. Öğrencinin, hocanın kapısı tıklatıp girebileceğini bilmesi yahut hocasına danışabileceğini , rahat konuşabileceğini bilmesi çok güzel. Nereden bakarsak bakalım büyüyor ve  gelişiyor üniversite. Benim öğrencilik dönemimde bölümde üç, dört hoca vardı. Döndüğümde beş, altı hoca oldu. Şimdi yirmi beşin üzerinde hoca var bölümde. Bu büyük ve olumlu bir gelişme. Üç alana teksif olmuş vaziyette bölüm. Gayet başarılı.

 

A.D.: Kulüp faaliyetleri yüzünden başka alanlara öğrenci kaybettiniz, değil mi?

 

S.T.: Tamam, ama o da güzel bir şey. Bu yalnız Elektrik Mühendisliği için geçerli değil, bütün mühendislik bölümleri için geçerli; mühendislik formasyonu almış öğrenciler işletme masterlarında, MBA programlarında da tercih ediliyorlar. Çünkü analitik düşünce yeteneği, sentez yeteneği, matematik temeli onların bu konularda gayet başarılı olmalarına imkân veriyor. Dolayısıyla bu öğrenciler o alanlarda çok tercih ediliyor. Baktığınız zaman, belki bizim mühendislik mezunlarımızın yarısı bile mühendislik yapmıyor olabilir. Ama hepsi aldıkları sağlam temel eğitim  neticesinde belli yere gelmiş insanlar, yönetici pozisyonlarına gelmiş insanlar. Bunda da kızılacak bir şey yok. Bazıları buna ters bakıyor. Ama insanları zorlayamazsınız. Hayat onları o şekilde götürüyorsa, o şekilde başarılı olabiliyorlarsa yapacak bir şey yok. Boğaziçi Üniversitesi’nin eğitim felsefesinin temelinde bu var, çok yönlü öğrenci yetiştirmek. Belli bir alanda çok yoğunlaşmış bir eğitimden ziyade  geniş ve sağlam bir temele dayanan, araştırma ve girişimciliği vurgulayan bir eğitim, bir formasyon vermeye çalışıyoruz. Çocuklar mezun olduktan sonra, kendileri öğrenmek istedikleri bir şeyi nasıl öğreneceklerini, kendilerini nasıl geliştireceklerini, araştırmayı nasıl yapacaklarını, neyi nerede bulacaklarını bilerek mezun oluyorlar. Bu da bence eğitimin en önemli tarafı.

 

A.D.: Siz öğrenciliğinizde kulüp faaliyetlerinde bulunuyor muydunuz?

 

S.T.: Benim zamanında kulüp faaliyetleri bugünkü kadar çeşitli değildi. Sınırlı spor imkanları olan bir fransız lisesinden gelen benim gibi biri için Robert Kolej’deki spor imkanları beni çok etkilemişti. Fırsat buldukça tenis veye pinpon oynar, bazan da jimnastik çalışmalarına katılırdım. Şimdi tabii durum çok değişti, öğrenci klüplerinin sayısı 40 cıvarında. Ben de sonraları   Engineering Society faaliyetlerine katılmaya başladım.  Onların ilk baharda bir haftalık özel bir programları oluyor. Değişik ülkelerden gruplar davet ediyorlar. O gruplar buraya geliyor. Bir hafta zarfında burada projeler geliştiriliyor, münazaralar yapılıyor, projelerde birinci, ikinci, üçüncüler seçiliyor ve ödüller veriliyor. Sonunda da güzel bir parti oluyor.  Dekanken de bu konuda öğrencilerle yakın temasım olmuştu ve kurduğumuz danışma kurulunun katkıları ile çok güzel faaliyetler yapıldı . Hâlâ da devam ediyor o faaliyet. O çok güzel bir hafta. Çok da başarılı. Gidip kendileri sponsorlarını buluyorlar. Öğrencileri burada getirip yatırıyoruz, yediriyoruz, içiriyoruz. Zannediyorum bir tek yol masraflarını kendileri veriyorlar. Gayet güzel arkadaşlıklar kurarak ayrılıyorlar, gidiyorlar.

 

A.D.: Boğaziçi’nin uluslararası bağlantısı da var, değil mi?

 

S.T.: Değişim programları var. Gittikçe gelişen bir program. Yabancı öğrenciler de geliyor, bizden de giden oluyor. Ama o bütün üniversitelerde var. Biz onu eskiden de yapmaya çalışıyorduk. Şimdi daha başarılı bir şekilde yürüyor ve yüzlerce öğrenci bu imkanlardan faydalanıyor.

 

A.D.: Sizin döneminizde yüksek mühendis olabilmek için Amerika’ya gitmeniz gerekiyormuş.

 

S.T.: Benim dönemimde öyleydi.  Robert Kolej Yüksek Okulu sadece lisans derecesi veriyordu. Benim mezun olduğum sene yüksek lisans da açıldı. İlk başlarda yurtdışı tercih ediliyordu. Ama sonra burada da öğrenci kalmaya başladı. Öğrencinin ne yapmak istediği, eğitimine nerede devam edeceğini etkileyen bir faktör. Ama genellikle  yurtdışına gitme arzusu var. İlginç olanı, mezunların mühim bir kısmı yurtdışından gayet güzel destek de bulabiliyorlar. Tam zamanlı burs buluyorlar, asistanlık buluyorlar vs. Yani maddi imkânlarını sağlayarak gidebiliyorlar. İlla kendi paralarıyla gitmeleri de şart değil. Başarılı öğrencilere daima iyi üniversitelerden talep var.

 

A.D.: Bir de öğrenciler Amerika’da yüksek lisans yaptıktan sonra buraya geri dönüyorlar.

 

S.T.: Bu hep vardı. Ben dönmeyen öğrencilere öğrenci kaybı olarak bakmıyorum. Yurtdışına giden ve başarılı olan bir Türk öğrenci

 

yine Türkiye’ye faydalı oluyor. Orada Türkiye’yi başarılı bir şekilde temsil ediyorsa bizim imajımız açısından bu da faydalı. Belki buraya geri dönüp burada yapabilecekleri  bazı şeyleri yapmıyorlar. Ama o yaptığı da Türkiye açısından faydalı, yeter ki iyi bir iş yapsın ve Türkiye’yi iyi tanıtsın. Yeteri kadar dönen var. Zaman zaman Amerika’da da, diğer ülkelerde de ekonomik sıkıntılar oluyor. Şimdi yine öyle bir dönemdeyiz. Geçmişte de bu dönemlerde iyi öğrencilerimiz, mezunlarımız dönüp bizde hocalık yapmaya başladılar. Bu bizim için bir kazançtı. Dolayısıyla ben dışarıda kalanlara kaybolmuş gözüyle bakmıyorum. Eninde sonunda geri gelen de oluyor. Ben 11 sene sonra geri geldim. Orada başarılı olduktan, Türkiye’yi iyi temsil ettikten sonra vatandaşlık görevini yerine getiriyor demektir.

 

A.D.: ABET’e kabul edildiniz.

 

S.T.: O benim dekanlığım zamanında oldu. Biz hep şöyle iyi üniversiteyiz, böyle iyi üniversiteyiz diye konuşuruz. İyi öğrencileri de alıyoruz. Ama o ara, yanılmıyorsam ilk önce Bilkent’in bir veya iki bölümü ABET akreditasyonu aldı. Onlar “Biz uluslararası akredite olmuş üniversiteyiz” diye reklam yapmaya başladılar . Böyle bir durum olunca biz de dedik ki “Biz başarılıyız. İyi güzel de bunun uluslararası bağımsız bir kuruluş tarafından da tanınması, tasdik edilmesi iyi olur.” Çünkü Bilkent kendini bu şekilde lanse ettikçe, biz bir tarafımız eksik gibi gözüküyoruz. Sadece kendi kendimize övünüyoruz. Ama dışarıdan böyle bir akreditasyon çalışmamız yok. Arkadaşlarla da konuştum. Arkadaşlardan bu fikre karşı çıkanlar oldu. Lüzumsuz diye düşündüler. Biz ne olduğumuzu biliyoruz, başkasının bunu onaylamasına gerek yok diye düşünüldü. Bazıları o fikirde değildi. Ben de bunu almamız gerektiğini düşünüyordum. Alırsak bütün bölümlerimizde almamız gerektiğini düşünüyordum. Öyle bir iki bölümle değil. Dolayısıyla altı bölümümüz de bu konuda çaba sarf ettiler. Eksik olmasınlar, bütün arkadaşlar çalıştılar. Biz bütün bölümleriyle akredite olan ilk Türk üniversitesi olduk. Geçenlerde Teknik Üniversite, 23 bölümüyle, tüm bölümleriyle akredite olan ilk üniversite diye gazetelere çıktı. Hiç alakası yok, ama bizim 23 bölümümüz yok. Altı bölümümüz var, ama bütün bölümleriyle ABET tarafından akredite edilen ilk Türk üniversitesi biziz. 1999 senesindeydi sanırım. Dolayısıyla o bize başka türlü destek verdi. Uluslararası arenada da tanınan bir üniversiteydik. Mezunlarımız açısında da iyiydi. Mezunlarımızın, ABET tarafından akredite edilmiş bir üniversiteden mezun olmuş olmaları, diğer üniversitelerde bulacakları imkânlar açısından da önemliydi. O bakımdan bence gayet iyi oldu. Mühendislik fakültesi hâlâ belirli aralıklarla kontrollerden geçiyor ve başarılı bir şekilde bunu yürütüyor.

 

A.D.: Nasıl bir süreçtir bu?

 

S.T.: Aslında bu faydalı bir süreçtir.  Not verme sisteminizden tutun ders programlarınıza, ders notlarınıza kadar inceliyorlar. Biz  ilk başta bölümlerimizin  programlarını ve çalışmalarını içeren dosyaları yolladık. Öğrencilere nasıl not verdiğimizi mesela, A verdiğiniz, B verdiğiniz, C verdiğiniz öğrencilerin sınav kâğıtlarını yolluyorsunuz. Dolayısıyla tutarlı mı vermişsiniz, buna bakıyorlar. Sene başında öğrenciye ders programınızı vermenizi, her hafta ne yapacaksınız, referanslarınız ne olacak, bütün eğitim programınızın detayının başından oluşmasını istiyorlar. Ondan sonra onun tutarlı bir şekilde yürütülmesini istiyorlar. Önce evrak üzerinde bir inceleme yaptılar. Birkaç ay sürdü o. Ondan sonra “Biz geleceğiz” dediler. Altı bölümdük, altı kişi ve bir de grup başkanı, toplam yedi kişi geldiler. Bir pazar günüydü. Ben hiç unutmam. Gittim, onları havaalanından aldım. Getirdim ve pazar günü öğleden sonra çalışmaya başladılar. Pazartesi, salı bölümleri ziyaret ettiler. Hocalarla, öğrencilerle konuştular, ev ödevlerini, sınav kağıtlarını inceleyerek notlandırmanın tutarlı olup olmadığına baktılar . Ondan sonra da çarşamba günü, o zaman Prof. Dr. Üstün Ergüder rektördü, onun odasında bir son değerlendirme yapıldı. Olumlu bir intiba ile  ayrıldılar. Bir iki noktada bazı şeylere dikkatimizi çektiler. Ama ondan sonra da proses yürüdü ve olumlu raporlar geldi. Dediğim gibi üniversite ve fakülte açısından bence çok iyi oldu. Çünkü daha disiplinli, daha sistematik çalışma zorunluluğu getiriyor size.

 

A.D.: Görüşmeler sırasında Boğaziçi’nin GMAT ortalamasının onların ortalamasından yüksek olduğu çıkmış.

 

S.T.: Bizim öğrencilerimizin çok iyi öğrenci olduklarının farkındaydılar. Bizi şu bakımdan tenkit ettiler; bazı bölümlere not cimriliği yaptığımız söylendi. “Bu öğrenciler, Amerikan üniversiteleriyle mukayese edildiğinde not ortalamaları daha yüksek olması gereken öğrenciler. Ama o yüzden siz öğrencilerinizi cezalandırıyorsunuz,” dediler. Bazı bölümlerin bu konuda daha dikkatli davranması gerektiğini de vurguladılar. “Bu kadar iyi öğrencileri bu kadar cezalandırmayın. Not konusunda cimri olmayın,” dediklerini gayet iyi hatırlıyorum.

 

A.D.: Dışarı gitmek isteyen öğrenci için çok ters bir durum yaratıyor, değil mi?

 

S.T.: Tabii. Çünkü  öğrencinin notlarına  baktığı zaman ortalaması 2.90 veya 3.0 gözüküyor. Halbuki bu 3.5’luk öğrenci” diyor. Öğrenciyle konuştuğu zaman da bunu görüyor.

 

A.D.: Merak ettiğim konulardan bir tanesi de bölümde 20 yılını tamamlayan hocalara bir koltuk takdim edilmesi. Nasıl başladı bu ve hâlâ devam ediyor mu?

 

S.T.: Ediyor. Bu uygulama yanılmıyorsam beni dekanlığım dönemimde Endüstri Mühendisliği Bölümünden gelen bir teşekkür plaketi önerisi ile başladı ve kapsamı genişledi. Bu tören ilk yapıldığında Vedat Yerlici Hocamıza ödül verdiğimizi hatırlıyorum. Vedat Hoca’nın şu sözleri de hep aklımda kalmıştır; “İnsanların yaşarken ödüllendirilmesi çok önemli. Öldükten sonra bir şey vermişsiniz  ödüllendirmişsiniz hiçbir kıymeti yok. Ama insanların değerlerinin kabul edilmesi ve yaşarken hizmetlerinin ödüllendirilmesi insanlar için çok önemli,” demişti ve o şekilde teşekkür etmişti. Hakikaten bu önemli. Dolayısıyla o iyi bir gelenek oldu. Yalnız 20 değil, 25 yıllık ve 30 yıllık hocalarımıza da var diye biliyorum. Bu ödülü  alanlar koltuğun dışında mezunlar derneğinde de  bazı spor imkanları kazanıyorlar, değişmediyse bu. Ben oradaki spor imkânlarından ücretsiz faydalandım, tenis oynadım.

 

A.D.: Öğrenciliğinizde spor yapıyor muydunuz?

 

S.T.: Yine Vedat Hoca’ya geleceğim. Vedat Hoca tenis sever. Ben de tenis oynarım. Dolayısıyla onun bir doktora öğrencisi vardı, bir tane de elektrikçi çocuk vardı; biz çiftli maç yapardık. Çift maçları iyiydi. Ben hâlâ oynuyorum. Vedat Hoca yüzmeyi de sever. Bütün yaz yüzer. Tenis dışında yelkenciliğim ve balıkçılığım da var.

 

A.D.: Aslında kürek takımıyla ilgili de bilgi almak istiyoruz.

 

S.T.: Spor konularında bilgi almak için Metin Balcı’yı bulmanız lazım. Öğrencilerle çok yakındı. Bir ara epey kapsamlı bir şekilde bu iş yürütülüyordu. Oxford ve Cambridge üniversitelerinin de katılımıyla üç üniversite Haliç’te yarışıyordu ve çok güzel bir etkinlik oluyordu. Bu etkinliğe İstanbul Belediyesi sponsor oluyordu. Bu birkaç sene devam etti. Sonra tavsadı.

 

A.D.: Peki, öğrencilere verilen bu kadar olanağı birleştirince Boğaziçi Üniversitesi öğrencisinin en büyük avantajı, bu okuldan alabildiği en değerli şey nedir?

 

S.T.: Bu okuldan aldığı en değerli şey çok güçlü ve yönlü bir eğitim. Bütün bu imkânlar öğrencinin kendisini sadece ders konusunda değil de ders dışında da geliştirmesine olanak veriyor. Kulüplerin en önemli taraflarından biri de, değişik fakültelerden, bölümlerden  öğrenciler olması. Dolayısıyla değişik formasyondan, değişik background’lu öğrencilerin kaynaşmasını da sağlıyorsunuz. Bu çok önemli. Öğrencilerin bu şekilde kaynaşmasını sağlamak takım çalışması ruhuna alıştırmak mezuniyet sonrası için de önemli. Grup çalışması yapmayı bir şekilde öğrenmeleri, alışmaları, bunun faydasını görmeleri çok önemli. Bunlar biraz da bizim Amerikan geleneğinden aldığımız şeyler. Bunu da üniversite olarak başarıyla yürüttük ve öğrencilerimizin başarısında da bunun çok önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Ben Türkiye’de başka bir üniversitede okumadım, başka bir yerde var mı bilemiyorum. Ama bir Fransız lisesinde okudum ve orada yoktu. Buraya gelince çok şaşırmıştım. Ki ben buraya geldiğimde lise de buradaydı, ortaokul da buradaydı. Bu anlayışta bir ortaokul ve lise beni çok şaşırtmıştı. Fransız eğitiminden geldikten sonra özellikle. Fransız eğitimi çok güçlü ve güzel. O sayede burada çok rahat okudum, yani herhangi bir sıkıntı çekmedim. Bilhassa birinci sınıfta çok rahattım, çünkü fen mezunuydum. Ama yan dalları ve diğer imkanları görünce, “Allah Allah! Demek böyle eğitim de varmış” diye düşündüm.

 

A.D.: Fransız eğitimi biraz daha eli sopalı galiba, değil mi?

 

S.T.: Daha disiplinli bir eğitim Fransız eğitimi. Buradaki liberal havayı görünce çok hoşuma gitmişti zaten.

 

A.D.: Ama olduğu gibi kalmıyor, değil mi? Zaman içinde biraz dönüşümlere uğruyor.

 

S.T.: Bilmiyorum. Robert Kolej zaten kalmadı, sadece lise kaldı da ben orada o havanın devam ettiğinden eminim. Bunu devam ettiren okullar da var. Bu okullar bunu devam ettirebildikleri için de başarılı oluyorlar. Ben bir ara Hisar Eğitim Vakfı’nın Kemer'deki okullarında danışma kurulundaydım. Onlar da bu şekilde münazaralarla, konuşmalarla, öğrenciyi soru sormaya, araştırma yapmaya yönlendiren  değişik aktivitelerle gidiyorlar ve çok da başarılı oluyorlar. Bu güzel bir sistem. Dolayısıyla yalnızca üniversitede olması şart değil. Lise düzeyinde de, ortaokul düzeyinde de bunları yapabiliyorsunuz. Yapabildiğiniz sürece de gayet başarılı mezunlar yetiştirebiliyorsunuz.

 

A.D.: Biraz Biyomedikal Enstitüsü'nü konuşabilir miyiz?

 

S.T.: O aslında rahmetli Necmi Hocamızın bebeğiydi. O bu konuda çok uğraştı ve YÖK oluştuğu zaman, Boğaziçi Üniversitesi’nde de bir Biyomedikal Enstitüsü’nün yer almasını, yani kanunda yer almasını sağladı. Mühendisliğin, ağırlıklı olarak  Elektroniğin tıpta ve sağlık konularında uygulamaları üzerine faaliyet gösteren, bu konuda dersler veren bir enstitü. Hastanelerle de o konularda işbirliğimiz vardı  .  Bugün gördüğünüz gibi, nereye giderseniz karşınıza elektronik çıkıyor. Hastaneye gidiyorsunuz MR diyorlar, ultrason, elektro…diyorlar . Bunların hepsi elektronik. Dolayısıyla önemli bir konuydu ve Boğaziçi Üniversitesi’nin katkıda bulunabileceği bir konuydu. Orada çok başarılı çalışmalar da oldu. Hastaneler ile işbirliği içinde çalıştık  ve onlara danışmanlık yaptık.  Bu konuda eğitim görmüş uzmanların hastane kadrolarında yer almaları sağlandı.  Benim oradaki çalışmam pek uzun sürmedi. Bu konuda Prof. Yekta Ülgen’le konuşmak daha doğru. Prof.  Yorgo İstefanopulos ile de  konuşabilirsiniz. Yorgo Işık’ta artık ama. Onlar size Biyomedikal konusunda daha fazla  bilgi verebilirler.

 

A.D.: Rektörlüğünüz döneminde neler yaptınız?

 

S.T.: Bölüm başkanlığımda Kuzey’e gelerek  bölümün genişlemesine ve imkanlarının artmasına çalıştım. Dekanlık dönemimde ABET esas amaçtı. Dekanlığımın ilk döneminde Rektör yardımcılığı görevim de vardı, mali işlerden ve Araştırma Fonu’ndan sorumluydum. Rektörlükte de ben üniversitenin Kilyos Kampüs’ünün gelişmesi gerektiğini düşündüm. Kilyos’ta bizim başlanmış, ama yarım kalmış binalarımız   vardı.  Bir de Kilyos çok kıymetli bir yer. İstanbul’da, deniz kenarında, bu güzellikteki az yerlerden biri. Herkesin gözü olan bir yer. Biz orayı kullanmazsak birilerinin onu bizden alacağını düşündüm.  Onun için bizim orayı fiilen kullanır hale gelmemiz lazım ki oraya sahip çıkalım. Yoksa yarın öbür gün gelip diyecekler ki “Siz burayı kullanmıyorsunuz.  Başka bir kuruluşa tahsis ediyoruz.” diyerek elimizden alabileceklerini düşündüm o kıymetli araziyi. Orayı iyileştirmek için çok uğraştım. Oraya iki tane yurt ile lojmanlar  yaptık. Orada yarım kalmış binaları tamamladık. Oradaki oteli çalışır hale getirdik. Mezunlar Derneği’yle de plajın değerlendirilmesi  için anlaştık. BÜMED BURC Beach o dönemde başlamıştır ve hem üniversite mensuplarının hem de mezunların faydalandığı güzel bir tesis olmuştur. Bilhassa yazları gayet rahat kullanılacak bir yer olmuştur. Orada konferans gibi etkinlikler de olduğu zaman otel yetmiyorsa gerektiğinde yurtlar var. Bu şekilde olanaklar sağlandı. Fakat sanıyorum Maliye  sol tarafta kalan plajın bir kısmını aldı. Orası aşağı yukarı 1.100 dönüm bir arazidir. Zannediyorum bir 100 dönümünü aldılar. Orasını ağırlıklı olarak düşündüm. Çünkü Üniversite'nin nefes alabileceği yegâne yer orası. Bitti, burası da doldu. Güney’e zaten bir şey yapamıyorsunuz. Dolayısıyla bir şeyler yapacaksak bir tek orası kaldı. Ulaşım da artık eskisi kadar zor değil. Yollar biraz daha rahatladı. Önceliklerden bir tanesi bu yüzden Kilyos’tu. Mühendislik Fakültesi’nin ABET akreditasyonunun devamı da bir konuydu. Ben iki tane kaba inşaat devraldım aldım. Bunların bir tanesi Garanti Kültür Merkezi’ydi. Onu tamamladık. Daha zor tamamlanan Natuk Birkan. Çünkü Boğaziçi İmar’ın çok titizlikle takip ettiği bir yerde. Orada eski atölyeler vardı. O atölyeleri tamir edip bu hale getirdik, biraz genişlettik. Kuzey Park Binası ve kapalı otoparkı yaparak birimlerimizin yer sorununu çözcek adımlar attık. Kültür faaliyeti açısından da, Albert Long Hall’de arada sırada konser verilirdi. Bunu sürekli hale getirmeye karar verdik. Çarşamba günleri olsun dedik. Evin İlyasoğlu müzik açısından bu işe öncülük etti. O zaman Yapı Kredi Sigorta değil, Halk Sigorta’ydı. Halk Sigorta’da  Erhan Dumanlı da o zaman genel müdür, o da Boğaziçi mezunu, Oya Başak ve Evin İlyasoğlu’nun gayretler ile  bir destek sağladık. O destekle konserleri, dönem içinde her çarşamba olacak şekilde başlatma imkânı bulduk. İlk konseri hiç unutmam. 1999 depremi yeni olmuş. 2000’de ben yeni rektör olmuşum. İlk konsere Pekinel Kardeşler ile başlamak istedik. Pekinel Kardeşler, 36.000 dolar istediler. Ama bu para   kendileri için  değil 17 Ağustos depreminde zarar gören  on iki öğrenciye burs olarak ödenmek şartıyla idi . “Tamam, güzel” dedik. Gittik, sponsorumuzla da anlaştık. Parayı bulduk. Konser günü, paranın on iki öğrenciye de o gün verilmesini istediler. Dedim “Siz deli misiniz! Bu öğrencilerin eline kalkıp da ilk günden 3.000 dolar nakit para verirseniz bunu 2-3 ayda bitirirler. Biz bunu vereceğiz, ama burs şeklinde ve eğitim süresince vereceğiz. Para burada.” Epey bir sorun oldu. “Burası üniversite. Bir gecede 36.000 doları bu çocuklara veremeyiz. Doğru da değil.” Neyse uzun tartışmalardan sonra kabul ettiler, çıktılar sahneye. Biz de öğrencilere parayı verdik. Tabii bu parayı onların sayesinde verdiğimizi de belirttik. Onu dört seneye bölerek hallettik. Ama o ilginç bir geceydi. Tabii Üniversite'nin ismini duyuracak faaliyetler yapmaya çalıştık. O zaman Avrupa Komisyon Başkanı olan Prodi’yi davet ettik. Prodi geldi, öğrenciler başladılar “Kahrolsun Avrupa Birliği” pankartlarıyla toplanmaya. Prodi de baktı şöyle, yürüdü. “Burası hakiki bir üniversiteymiş, çünkü böyle gösteri olmayan yer, pek üniversiteye benzemiyor,” dedi. Güzel de bir konuşma yaptı. Cumhurbaşkanı da geldi. Ona da parasız eğitim diye gösteri yaptılar. Ama o dönemde gösteri yapanları apar topar götürmek yoktu. Çocuklar bağırıyordu, çağırıyordu. Belli bir çizgiyi aşmadıkları sürece kimse dokunmuyordu. Polislere “Kesinlikle dokunmayın” diye talimat veriyorduk.  Buraya da geldi cumhurbaşkanı, Kandilli’ye de geldi. Tabii Kandilli’nin imkânlarını epey genişletecek çalışmalar yapıldı. Bu gördüğünüz Yüksek Akım Laboratuarını bitirebilmek için   uğraştım, ama ben bitiremedim laboratuvarı. Geçen sene Rektörümüz Kadri Hoca’nın desteğiyle bitirebildik. Yani Üniversite'nin imkânlarını artırmak, kaynak bulmak, sponsorlardan imkânlar yaratmakla ilgilendik. Fena da bir dönem olmadı diye düşünüyorum. Şöyle diyeyim, gazete kupürü ofisimde durur, yanılmıyorsam o  dönem  ilk 100 öğrencinin 52’si bize geldi, böyle rekor denebilecek yüksek bir sayıya ulaşmıştık. En başarılı dönemlerden biriydi. Boğaziçi yine de en iyi öğrencileri çekiyor. Bunların dışında, araştırma ve uluslararası yayın ödüllerini artırmaya,  hocalarımızın ofis imkanlarını iyileştirmeye, kampüs içi bilgisayar ağı omurgasını kapasitesini, lojman ve yurt imkanlarını artırmaya çalıştık.Yaşam Boyu Eğitim Merkezini (BÜYEM) kurduk, BÜMED ve BÜVAK ile mümkün olduğunca fazla mezunumuza ulaşarak  üniversiteye kaynak ve destek sağlamak amacıyla “Boğaziçi Hepimizin”  kampanyasını başlattık.  Hatırlayabildiklerim bunlar.

 

A.D.: Fon bulmak derken araştırma fonu mu?

 

S.T.: YÖK üniversitelerle ilgili iyi bir şey yaptı mı derseniz, yaptığı yegâne iyi şey bu araştırma fonunu kurması ve bu fona bir bütçe ayırmasıdır. Dolayısıyla Üniversite'nin araştırma imkânlarının gelişmesi, araştırma projelerinin desteklenmesi konusunda araştırma fonunun büyük katkısı oldu. Benden evvel de vardı o. Ama gittikçe genişleyen bir fon ve imkânlarını artırmaya çalışıyordunuz. Ama o yine devletin verdiği bir bütçe çerçevesinde gidiyor. Dediğim gibi üniversite-sanayi işbirliğine gidebiliyorsanız, dışarıdan proje alabiliyorsanız bence mühim olan o tür araştırmalar. Yararlı bir uygulamaya çıkabiliyorsa, sanayi kuruluşunun kullanabileceği bir uygulama çıkabiliyorsa bunlar güzel şeyler. Bazı arkadaşlarımız kendi çabalarıyla geliştirdikleri projeleri değerlendirme imkanı buldular. Onlar gayet başarılı çalışmalardı. Bu arkadaşlardan kendi şirketlerini kuranlar da oldu.   Ama dediğim gibi bu tür uygulamaya dönebilen araştırmalar da bir yerde üniversiteye de döner sermaye çerçevesinde gelir sağlaması açısından çok faydalı. Mesela, bu laboratuvar da döner sermaye çerçevesinde test yapıyor ve kaynak yaratıyor. Teknopark da hocaların imkânlarını artırıyor. Çünkü devlet üniversitelerinde öğretim üyelerinin ücretleri çok sınırlı. Dolayısıyla böyle bir ek gelir sağlayabiliyorsanız, döner sermaye çerçevesinde, tabii ki hocanın çalışma şevkini de, yaşam şartlarını da artırıyorsunuz.

 

A.D.: Mali sıkıntıları aşmak için okulun bir ara vakıf üniversitesine dönüştürülmesi çalışmaları da vardı.

 

S.T.: Ben o konuda tenkit edildim, o konuda fazla çaba sarf etmedim diye. Ama bu Üniversite'yi taşıyacak bir vakıf düşünemedim. İkincisi, o dönemde bu Üniversite'yi bütün malıyla, mülküyle bir vakfa devredecek kadar cesur bir hükümet de göremedim. Kim atacak bu imzayı? Yarın, öbür gün kalkıp her türlü soruşturmayı açarlar, “Sen devletin malını nasıl bu şekilde verdin?” diye. Kime verecek? Kim alacak? Boğaziçi Üniversitesi’nin kendi vakfı, bu üniversiteyi götürecek güçte değil. Vakfın birikimleri o kadar büyük değil.  Üniversitemizin bütçesi bugün 120 milyon TL yi aştı . Vakıf üniversitesi olduğunuz zaman ücretleriniz de artacak,  bunu nasıl karşılayacaksınız? Burayı paralı yaptığınız zaman öğrenci ayağa kalkacak. Rahmetli Özal zamanında bir kanun hazırlandı, hatta çıkarıldı. Beş tane üniversiteye özel statü verecek bir kanundu bu. Bu üniversitelerden biri de Boğaziçi Üniversitesi’ydi. Fakat yanılmıyorsam bu kanun Mesut Yılmaz zamanında uygulamaya konamadı. Galiba Anayasa Mahkemesi “Böyle ayrıcalık olmaz” diye kanunu iptal etti. Mesut Yılmaz’ın bunu yürürlüğe koymamasının bir nedenini de bu iptal kararı olarak gösterdiler. İptal edilir diye. O olsaydı, önemli bir gelişme olacaktı. Çünkü bu üniversitelere özel statü tanındığında bütçeleri de, imkânları da özel olacaktı.. Fakat olmadı. Burası vakıf üniversitesine nasıl dönüşür, ben onu göremedim açıkçası. Öyle bir girişimde de bulunmadım. O zaman burası hakiki manada bir vakfın güdümüne girecek. Vakıf üniversitelerine de  bakıyorsunuz, çoğu kurucularının sözü geçen  üniversiteler. Dolayısıyla ben olabilirliğini görmedim. Buranın bütün havası değişecekti. İmkân da yoktu zaten. Öyle bir şey olsa Boğaziçi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversiteliğinden çıkar diye düşündüm. Çünkü bakıyorsunuz çoğu vakıf üniversiteleri, vakfın  kurucusu veya yetkilisi kimse onun dediğinin olduğu üniversiteler. Mütevelli heyeti var, ama mütevelli heyeti de vakfın başkanı kimse onun izinde gidiyor. Bakın etrafınızdaki üniversitelere. Hükümetin de böyle bir karar alabileceğine inanmadım. Ne diyeceksiniz? “Boğaziçi Üniversitesi’ni 20 seneliğine vakfa devrettim” mi diyeceksiniz? Kanun çıkması lazım... Ama olabilir bir proje gibi gelmedi bana. Tenkit edildim. Ama yapabiliyorlarsa yapsınlar. Olmaz diye düşünüyorum. Bizim kurullarımız çalışıyor Boğaziçi’nde. Demokratik bir ortamımız var. O demokratik ortam da her ne kadar YÖK “Dekanları rektör atar” diyorsa da biz bu konuyu hep seçimle yaptık. Yani dekan atayacaksanız, fakülteye “Yapın seçiminizi, bana adaylarınızı bildirin” diyorsunuz. Ondan sonra YÖK’e adayları yolluyorsunuz seçimdeki sıraya göre. O sırada da diyorsunuz ki “Lütfen bu kişiyi atayın.” Bizde de bugüne kadar seçilenin aksine bir atama olmadı. En güzeli de o. Çünkü rektör doğrudan dekanı atadığı zaman yönetim kurulu büyük bir kısmı rektörün adamlarıyla dolmuş oluyor. Başkaları da var, ama dekanları siz atadıysanız o dekanlar sizin ağzınıza bakıyor. Ama fakültenin seçtiği dekanları atıyorsanız, o dekanların illa size bağlı kalması gerekmiyor. O bakımdan o demokratik ortamı Boğaziçi Üniversitesi başarıyla devam ettiriyor. Bu da daha sağlıklı bir çalışma. Rektör seçim ve atamaları da öyle.  

 

A.D.: Bunu YÖK’e rağmen başarmak da epey marifet istiyor.

 

S.T.: Bugüne kadar yürüdü. Bizim  seçtiğimiz  ve önerdiğimiz  adaylar dışında bir atamanın YÖK’ten geldiğini zannetmiyorum. Gelseydi zaten kıyamet kopardı diye düşünüyorum.